"73 Fırka" hadisindeki 73'ün sayısal bir değer olduğunu sanıyorsanız aşağıdaki açıklamalar şaşırtıcı gelebilir. Arapçada 7 ve türevi sayılar (7, 70,700) çokluk ifade edermiş. Yani belli bir sayısal değeri değil. 7, 70 gibi ifadelerin geçtiği ayet ve hadislerin mecazi bir anlam taşıdığı müfessirler tarafında dile getirilmiş. İbni Hanbel, Ebû Dâvûd, Tirmizî ve Dârimî tarafından kaydedilen sahih Hadis: "Yahudiler yetmişbir fırkaya, Hristiyanlar yetmişiki fırkaya bölünmüşlerdir; benim ümmetim ise yetmişüç fırkaya bölünecektir." (Burada hatırlanmalıdır ki, klasik Arapça'da "yetmiş" sayısı -tıpkı "yedi" sayısının "muhtelif" ya da "çeşitli" anlamı ifade etmesi gibi- çoğu zaman, belirli bir sayısal değeri değil, bir "çokluğu" ifade etmek için kullanılır; dolayısıyla, burada Hz. Peygamber'in ifade etmek istediği husus da, Müslümanların sonraki çağlarda pek çok hizip ve fırkalara ayrılacağı, hatta bu konuda Yahudi ve Hristiyanları bile geride bırakacakları hususudur.) Tövbe - 80 ayetinin tefsirinde ise şöyle ifade edilmektedir 70 ifadesi 80. (İmdi,) onların bağışlanmaları için [Allah'a] ister dua et, ister etme, [hiçbir şey fark etmeyecektir; çünkü] onlar için istersen yetmiş kez (110) af dile, Allah'ı ve O'nun Elçisi'ni inkara yeltenmelerinden ötürü Allah onları bağışlamayacaktır. Çünkü Allah, böylesine kötülüğe batmış bir topluluğu doğru yola çıkarmaz. (111)Bu ilginç bilgiyi aktarmak istedim. |
21 Mart 2007 Çarşamba
Hadisteki 73 Fırkanın 73 Tane Olmadığını Biliyor Musunuz?
at 20:40 0 comments
Labels: Dini
5 Mart 2007 Pazartesi
Şahsım ve Site Hakkında
Dini, siyasi, teknik yada bilimsel bilgi referanslı yazılar ile doludur bu blog sayfası. Okurken yazıları kesinlikle algı kırılması yaşamaması için okurun, ekstra çaba harcamışımdır hazırlama aşamasında. Neyi tahlil etmeye çalışıyorsam onu tam anlamıyla, her yönüyle, gündelik klişe yorumlardan uzak bir şekilde ele almaya çalışıyorum. |
at 21:36 2 comments
Labels: Genel
İslam'da Sorumluluk: Nisa 78 - 79
Kısa bir yazı olacak. Yalnızca konuyu açıklayıp bırakacağım inşallah... Yazıya başlamadan önce ayetleri yazalım. 78. Nerede olursanız olun, ölüm gelip sizi bulacaktır, göğe yükselen kulelerde olsanız bile.” Onlar güzel şeylere kavuştuklarında, bazıları “Bu Allah’tandır!” derler; ama başlarına bir kötülük gelince, “Bu senin yüzündendir [ey arkadaş]!” diye feryad ederler. De ki: “Hepsi Allah’tandır!” O halde bu insanlara ne oluyor da kendilerine bildirilen hakikati kavramaya yanaşmıyorlar? 79. Size gelen her iyilik Allah’tandır; başınıza gelen her kötülük de kendinizden.SENİ [ey Muhammed,] bütün insanlığa bir elçi olarak gönderdik: ve hiç kimse [buna] Allah’ın şahitliği gibi şahitlik yapamaz.İlk ayette her şeyin Allah’tan olduğunu söylenmekte oysa ikincisinde ise kötülüklerin hepsinin nefsten olduğu söylenmekte. Bu durumu haliyle insanlar çelişki olarak nitelendirmekte… Peki, gerçekten çelişki var mıdır? Yoktur. Çünkü mevzu bahis olan her şeyin çizgisini sorumlu olup olmamak çizmektedir. İşte bunu görmek gerekiyor: her şeyin çizgisini ve sorumluluk konusunu. Başımıza iki durum gelsin. Birincisi yolda yürürken başımıza gelsin ikincisi yaptığımız bir iş ya da aldığımız bir karar sonucu gelsin. İşte olayın özü buradadır. Başına gelen olayda senin iraden var mı yok mu? Yolda yürürken ve senin karar vermen, iraden dışında (tesadüfen sandığın) başına gelen bir olay neticesinde doğan kötü sonuç ya da iyi sonuçların tamamı yani hepsi yani “bu konudaki” her şey Allah’tandır. Fakat sen hayatın boyunca alkol, sigara kullandın kansere yakalandı. İşte kendi iraden sonucu olan olayların kötü olarak nitelendirdiklerin “hepsi” kendi nefsinden, iyi olarak nitelendirdiklerinin “hepsi” ise Allah’tandır. Not: Tabi ki iyiliklerin hepsinin Allah’tan oluşu çok derindir, başlı başına ayrı bir makale konusudur.
Sonuç olarak daha önceki Ateizmin Beyin Yıkama Yöntemleri yazımda belirttiğim gibi ayeti eksik vermek yada geldiği olayla bir vermemek en temel psikolojik telkindir. Her ayet geldiği olayla ve kastettiği ile bir bütündür. Burada iki ayette geçen “her şey” kelimesinden önce, şunu not edebiliriz:
(En doğrusunu Allah bilir) |
at 20:32 0 comments
Labels: Dini
Ateizmin Beyin Yıkama Yöntemleri
“Beyin yıkama” ya da “beyni yıkanmış olma” insanda negatif anlamlar
uyandırır duyulduğunda. “Bilmemneler oğlumun beynini yıkadı” sözünü kim bilir
kaç kere duymuşuzdur TV’de medya da hatta belki yakın bir dostunuzdan.
Derinliğini sorgulamayız, kandırılmış olmayı barındırır sanki. Bazı şeyler
insanlara olduğundan daha iyi, kötü, büyük, küçük, korkunç(vb. sıfatlar) gösterilmiştir.
Belki de yanlış olan, doğru gibi gösterilmiştir ve telkinlerle şahıs
inandırılmıştır(kandırılmıştır). Doğrudur da belki ama gerekli gereksiz
kullanımlar bu tanımını değerini düşürmektedir. Aslında genelde Müslümanlara
yönelik ithamlardır bunlar. Bu yola başvurmanın arkasında, fikir alışverişine girmek
istemeyiş ya da fikirleri kısa yoldan yok etmek isteyiş vardır sadece. Dedik ya insanlar bu kelimeyi ne kadar art niyetli, kendi istekleri doğrultulusunda
kullansalar da beyin yıkama, telkin etme günümüzde propagandacıların sıklıkla
başvurduğu bir yöntemdir. Ve ne yazık ki günümüzde kendisi gibi düşünmeyen
birçok kimse diğerini beyni yıkanmışlıkla itham etmektedir ve hiç kimse beyni
yıkanmışlığı, telkin edilmiş olmayı kabullenemez, kendisine yakıştıramaz. Ama
ne yazık ki durum sanılandan daha vahimdir. Onun için sakın ha burada
yazılanlarını üzerine alınmamazlık etme sevgili okuyucu. |
at 20:29 11 comments
Labels: Dini
Romantik Sol Kültür ve Garibanizm
“Ooo abi
zenginsin” sözüne karşı kaçımız “yok abi ne zengini ya şöyle böyle zart zurt…”
diye yanıt vermiştir acaba. Sanki suçlanıyoruz değil mi ya da karşı tarafı
suçluyoruz sanki. Baskı altına alıyoruz ya da alınmış hissediyoruz. Acaba başka
ülkelerde de böyle bir kültür(hem devamlı hayalini kurup hem de ulaşanı
ulaştığı ile suçlama) var mıdır çok merak ederim. İşte bu yazımızın konusu
Türkiye’deki mevcut romantik sol kültür, onların ateşlediği sosyal çatışmanın
tarihçesi ve avam(buradaki avamlık ekonomik durum ya da denk gelmiş sosyal
statü ile ilgili değil, ferdin düşünce ve kültür yapısı ile ilgilidir)
tabakasındaki garibanizmin tanımı ve işlevi üzerine olacaktır.
Aslında her şey 70′li yılların Türk filmlerinde başladı diyebiliriz. Özellikle 68 kuşağının çektikleri. Dikkat ederseniz filmlerin konuları tektir ve tribünlere oynar. Zengin vardır, fakir vardır. Zengin kötüdür, fakir iyidir. Fakir zengine güzel bir ders verir filmin sonunda; gözyaşlarımızı tutamaz hep beraber salya sümük seyrederiz filmi. Belki de o yıllarda insanlar daha iyiydi. Daha samimiydi. Haksızlığa karşı gösterdikleri refleksleri aniydi, bir andaydı. Şimdiki gibi haksızlık gördüklerinde “ acaba müdahale etsem başım belaya girer mi” hesapları yapmıyorlardı. İçlerinde geldikleri gibi hareket ediyorlardı. Ama aynı zamanda da çabuk kanıyorlardı. Ne yazık ki… Sol kültürün ülkemize pohpohladığı aslında bu pohpohlamanın etkisinde ister solcu olsun ister sağcı herkesin etkisi altında kaldığı bir durumdur fakirliği yüceltmek. Aslında bunu olduğu gibi popüler, romantik sol kültüre yıkmak hata olacaktır. Sağcı tayfanın da bu konuda yeterince popülist ve dalkavuk olduğu aslında aşikâr… Bunlara değineceğiz ama önce bir iki psikolojik analiz yapalım romantik solun takındığı tavır üzerine.
Romantik solun
en büyük saplantısı bağlama çalmaktır. Elbette herkes bağlama çalmayı
öğrenebilir, ya da daha farklı bir müzik aletini. Ama bağlama çalmayı ibadet
şuuru ile yapıyorlar ya o komiğime gidiyor. Aklıma bir süre önce tanıdığım ve
bir ara sol derneklere takıldığından beceremediği halde zorla bağlama çalmaya
çalışan birisi geldi. Adam zorla bağlama çalmaya çalışıyordu çünkü bu şekilde
bu kültüre karşı vazifelerini yerine getireceğini sanmaktaydı -amaç müzik falan
değil-. Kaygısızların bir bölümünde vardı, zamanında Kanal6′dakilerden (Fenasili
bölümler, bilen bilir) Kültigin ve adamları hapse düşerler, koğuşa
girdiklerinde orada birisi diğerlerini tanıtmaktadır. Ranzanın birinde deli
deli bağlama çalmaya çalışan birini tanıtırken şöyle demişti: “İşe bu hapse
düştüğü için kendini bağlama çalma zorunda hisseden bir arkadaşımız”. Çok
gülmüştüm... Aslında her şeye uyarlayabiliriz bunu. Bir fikre kendini yakın
hissettin diye kendini ona ait olduğu düşünülen şeylerinden hoşlanacaksın diye
de bir şey yok. Zevkler farklıdır. Tabi buna İslami kanattaki çok kötü adına
ilahi denen müzikleri dinleyen insanları da dâhil edebiliriz. Bu bağlama çalma
olayı ya da adına Halk(?) müziği denilen şeye karşı (sanki diğerlerini
uzaylılar yapıp dinliyor) duyulan gereksiz sempati beni güldürmüştür çoğu
zaman.
Aslında bu anlamsız sempati yalnızca halk müziğine değil aynı zamanda “halk” kelimesinin kendisine de duyulmaktadır.
Topluluklardan
bahsederken seçtiğin kelimeler çok önemlidir. Aynı topluluğa millet dediğiniz
zaman sol kesim iyi görmez ama topluluğun çoğu pozitif anlam çıkarır. Halk
dediğiniz zaman daha bir sempatik şeyler uyanır kafamızda. Ama dikkat edin
topluluk aynı topluluktur.
Elbette en akılcısı, insanları sınıflandırırken ve onlara hitap ederken bağlı bulundukları düşünce yapısını yani ümmetini dile getirmektir. Neyse, konumuz bu değil.
Bu gereksiz romantizmin ülkemize
hediye ettiği en büyük problem insanları zengin, fakir olarak görmektir. Evet,
hiç göze batmaması gereken sınıfsal ayrım bu kadar çok dillendirerek, insanlar
kendilerini başkalarını gelir durumuna göre görmeyi ve muamele etmeye
alıştırmışlardır. Bu süreçte yaşanan en ilginç durum herkesin ulaşmak için
bütün gün düşünüp çeşitli cinlik yaptığı zenginliği bir suçlama aracı olarak
kullanılmasıdır. Aslında bunun altıdan yatan gerekçe de toplumsal
sorumluluklardan kaçıştır.
Zengin olmak
sanki suçtur ama fakir olmak övünülecek bir şeydir. Çünkü yaratılan havada
zengin sanki hırsızdır fakirse sanki haklı ve hakkı yenmiş bir mağdurdur. Ve
daha da önemlisi zenginse toplumsal sorumluluklarını yerine getirme görevi vardır
ama fakir olmanın yoktur, dolayısıyla fakir olmak, sorumluluklardan kaçarken
bahane olarak kullanmaya yarar. İşte bu noktada bu ucuz bakış açısına sahip
insanlardan çoğunlukla belirttiğimiz gibi “oo zenginsin” ya da “sen şöyle
olunca bizi hatırlamazsın”, gibi cümleler duyarsınız. Ne hikmetse karşı tarafta
kendini hakikaten savunmaya çeker. İnsanlar ne kadar kıskanç değil mi. Aslında
tüm bunların iki nedeni var birincisi sorumluluklardan kaçış ikincisi insandaki
kıskanma duygusudur. Bu işin beslendiği kaynak bu kadar zengin olunca haliyle müşterisi
de oldukça fazladır. Onun için aslında bir görüşe ait değil, hepimize aittir.
İşte bu noktada ilginç bir durum oluşur. Hem de burası çok ilginçtir. Gelir durumu yüksek olsa da bir şahıs kendini gene de fakir değilse bile ezilmiş göstermeye çalışır. Bunun adına “garibanizm” diyoruz. Nerde okuduğu hatırlamıyorum yıllar önce bir gazetede okumuştum çok hoşuma gitmişti. Yazar şöyle diyordu: “Gelir durumun iyiyse bile kendine gariban diyeceksin. Diyeceksin ki kendini toplumdan alacaklıymışsın gibi gösterebilesin.” Yani, toplumsal sorumluluklarından kaçmaya yol yapabilirsin böylelikle. İşte 70 yıllarda doruk noktasına ulaşan romantik solculuğun ülkemize kattığı; sağcı, solcu, Müslüman fark etmeden herkesin her gün sahiplendiği ve benimsediği ve hatta kendi ideolojisine de entegre etmeye çalıştığı psikolojik telkin garibanizm ve tabi ki de fakirliği yüceltme. Fakir olmasan bile… Önemli olan fakirliği yüceltme. Senin fakir olup olmaman değil. Böylece üzerine vazife olan şeylerden de kendini bahanen hazır bir şekilde vicdan azabı duymadan kurtarabilme. Bu durumdan müzdarip kesim yalnızca sol değil dedik. Bu durumun hiçbir görüşü içermediğini de belirttik. Çünkü sorumluluklarından kaçış ve kıskanma duygusu herkeste bir şekilde vardır. İslami kesimin garibanizminde de ilginç bir şekilde fakirliği yüceltme vardır. Bu doğru değil, çünkü fakirlik yüceltilecek bir şey değildir. Buradaki problemin temel kaynağı fakirlik ile mütevaziliği ayırt edememektir. Birisinin fakir olması övünülecek ya da yerinilecek ya da kıyas edilecek bir şey değildir bizler için çünkü bizim bakış açımız, insanları sınıflandırmamız, değerlendirmemiz ekonomik duruma göre değil yalnızca sahip olunan fikir dünyasına göredir. |
at 20:28 0 comments
Labels: Genel