Dönüp küçüklüğüme baktığımda aklıma gelen
birkaç şeyden bir tanesi Cüneyt Arkın filmleridir. Her filmden sonra etrafa
uçan tekme, döner tekme atmaya çalıştığım çocukluk dönemimde nasıl da kendimi
kaptırdığımı hatırlarım. Onun için bu filmleri izlememem için özel çaba da
harcanırdı evde. Şanslıydım, tek kanallı yıllarda çok da mümkün olamıyordu.
İlginçtir, şimdi izlerken bizi güldüren, dalga geçirten kamera, çekim, senaryo,
kurgu hatalarının hiçbirisi nedense gözüme çarpmazdı. Belki yaşım küçük
olduğundan belki de hiç kimsenin çarpmıyordu o yıllarda. Hayran hayran
gözlerimi ayırmadan izlerdim.
Anaokulundayken bir gün -tabi benim bu filmlerden sonra nasıl bir dönüşüm
geçirdiğimi bilmediklerinden- sınıfta videodan bir tanesini izletme gafletinde
bulunmuştu öğretmenlerimiz. O günden geriye 3 sahne hatırlıyorum. %100
konsantrasyonla pûr dikkat filmi izleyen bir çocuk. Filmden sonra
öğretmenlerinin sınıftan çıkmasını bekleyen bir çocuk… Öğretmenleri sınıftan
çıktıktan az biraz sonra ise diğer tüm arkadaşları "Aaa.. İmdaaaat!"
diye dışarı kaçmaya çalışan bir çocuk. Evet, yine dönüşüm geçirmiştim ve
masadan masaya atlıyordum. Tabi keşke o filmlerin etkilenilecek yanları dövüş
sahneleri ile sınırlı kalsaydı.
Ben her normal (ve olması gereken) bir çocuk gibi filmlerin karate sahnelerini
izleyip hareketleri taklit etmeye çalışırken, ne yazık ki başkaları filmlerin
bir diğer yanı olan diyalogları benimseyip sosyal hayatlarında da kullanmaya
başlamışlardı.
"Biz onurumuz için ölür, ailemiz için kavga eder, bilmemnemiz için bilmem ne
yaparız..." gibi cümleler duyduğumu hatırlarım küçüklüğümde. Üstelik bunu
yaşı büyüklerin yanı sıra yaşı son derece küçük olanların, daha ölmenin ne
demek olduğu hakkında fikir sahibi dahi olamayacak durumdaki çocukların
söylediğini hatırlarım. Onlar büyükleri taklit ediyordu. Ne ilginçtir,
filmlerdeki büyükler de dışarıdaki filmleri ve diyaloglarını taklit ediyordu
daha doğrusu ithal ediyordu. İşte "onur" kelimesinin bu topraklara
girişinin hikâyesi de bu şekilde başlıyor.
Özellikle yakın tarihte, içi boş ama dışı şaşalı cümleler kurmak isteyenlerin
sıklıkla kullandığı "onur" diğer birçok şey gibi dışarıdan ithal
aslen Fransızca bir kelimedir. (Fr. honneur, TDK sözlüğünden kontrol
edebilirsiniz).
Birçok kelime ithal edilmişse de onurun diğer tüm kelimelerden büyük bir
ayrıcalığı vardı çünkü onur apayrı bir dünya anlayışını da beraberinde
getiriyordu. Yaratanı ve ölümden sonrasını kabul etmeyiş.
Peki, nedir bu 'onur', hangi eksiği gidermek için kullanılıyordu Batı’da da
batılılaşmaya çalışan birey hemen üzerine giyiyordu.
Özellikle Fransız ihtilalinden sonra oluşan seküler dünyada, propagandacılar,
insanların yaşamından dinin çekilip alınmasının aynı anda insanların fedakârlık
yapmak, -daha özel olarak- ölmek için hiçbir nedenlerinin de kalmaması anlamına
geldiğini fark etmişlerdi. Hiçbir şey kalmıyor, doyurabildiğin kadar doyur
kendini, alabildiğin kadar tat al hayattan, hiç kimseyi düşünmek zorunda
değilsin diyen mantığı yenmenin bir yolu bulunmalıydı. Çünkü kendi
değiştirdikleri ya da uydurdukları dinler ile insanları kendi çıkarları için
çalıştırıp, köleleştirip, üzerlerinden rant elde edip ve hatta savaşlara
sürükleyebiliyorlardı. Şimdi ise sekülerizm var ve hiç kimsenin -dediğim gibi-
fedakârlık yapmak ya da daha özelde ölmek için hiçbir nedeni yok idi. Dini
insan hayatından çıkaran ve 'özgürlük' vadeden insanlar, işin kendi çıkarları
ile çatışacak noktaya ulaştığını fark edince, kitleleri, kendi çıkarları
doğrulusunda yönlendirebilmek için aslında yeni bir din icat etmişler:
'Romantizm'. İnsanları duygusallaştırıp; eğer fedakârlık yaparsa kendilerinin
kahraman olarak görüleceğinin empoze edildiği, eğer fedakârlık yapmazlarsa
'hain' olarak yaftalanacağı yeni bir dünya dini. İşte onur kelimesi bu romantik
dindeki bir piyondur. Terör örgütlerinin ve terör örgütünden farksız hareket
eden çeşitli ülkelerin hükümetlerinin çok sevdiği bir piyon.
Onur için TDK’nin sunduğu ilk tanımı kabul etmesem de ikinci tanım tam
anlamıyla kelimenin anlamını yansıtıyor: "Başkalarının gösterdiği saygının
dayandığı kişisel değer". Bu yanlış bir şey mi? Tabi ki de değil. Fakat
hedef bu olursa, bu üstünlük yarışını, rekabeti, başkasının başarısızlığı ile
avunmayı beraberinde getirebilir. Bu sefer de saygı görecem diye etrafına
ızdırap olmaya başlayabilir insan. Aslında toplumların içindeki kavgalar, aile
kavgaları hep en temelde üstünlük yarışındaki insanların olgun davranamamasından
kaynaklanmaktadır. Böyle davranamayan insanın hem etrafındakilerin hayatını hem
de bizzat kendi hayatını kabusa çevirmiş olması kuvvetle muhtemeldir.
Burada anlatılması gereken, insanların
kendilerine faydalı olmayı hedef alması gerektiğidir. Eğer sen faydalı olursan
saygınlık da elbette kendiliğinden gelecektir. Sadece fedakârlık insanlara
saygınlık getirir, işin ilginci fedakârlık yapabilen insan da zaten saygınlık
diye bir derdi olmaz.
İnsanlara önemli olanın sonsuzlukta göreceğin
değer olduğu söylenmelidir. Bu değer ölçüsüne de şeref diyelim. Bunun da ancak insanlara
faydalı olma üzerine inşa edileceğini göstermek gerekiyor. Burada faydalı olmaktan
kastım hem iyi olma hem de kötülerle mücadele etmeyi kapsıyor. Yani hem zulmetmeme
hem de zulmedenler ile mücadele etme. Böyle birisini isteyeceği dünyevi
saygınlık da üretilen faydanın daha geniş bir alana yayılabilmesi içindir. Yine
davası için istediği saygınlıktır. Şahsı için değil. İnsanların göstereceği
saygınlık için “olmasa da olur” diyebilir böyle birisi. O zaman şerefli bir
hayat yaşamayı başaran, aslında en temelde davası için saygınlığı bekler, çok
da kafaya takmaz. Ama derdi dünyevi saygınlık olan muhtemelen hem etrafına hem
de kendisine ızdırap olmaktan öte bir şey yapmıyor olacaktır.
|
0 comments :
Yorum Gönder